Şehrin önemli bir kadısıydı, Hilmi Ziya..
Parmakla gösterilir, danışılır, sevilirdi..
Varlığıyla iyi hissettirirdi, muhabbetiyle gönülleri okşardı.
Hüküm verdiğinde taraflar kandan kardeşleriymiş gibi gönüllerini teslim ederlerdi.
Hani, “karıncanın hakkını karıncaya bırakmaz” derler ya, o misal..
Ömer misali, kuşların hakkını dahi gözetirdi..
Adalet yerini bulana kadar babasını bile tanımazdı..
Kardeşini kayırmazdı..
Anasını gözü görmez..
Akraba, dost tanımazdı..
Bir de evladı vardı; Mümtaz..
Ötesi, berisi yoktu, varı yoğu bir tanecik evladı vardı..
Uzun süre gebe kalamadı anası, epey gecikmişti Mümtaz..
Hilmi Ziya’nın yüzünü yumuşatan, gözlerini doldurandı..
Çok düşkündü ona..
Geç gelir, dinlenmez, Mümtazı izlerdi o uykusundayken...
Kendi kendine konuşur, onunla ilgili hayal kurardı başucunda…
Güneş doğmuş, sokak hareketlenmiş, Hilmi Ziya iş başına varmış…
Harala gürele bir hareketlilik kapı önünde..
-“Hayrolsun beyler! Ne bu hışım?” dedi, Hilmi Ziya..
-“Kadı efendi! Tahıl yüklerimizde epeydir bir gariplik sezerdik. Bir süre takibe aldık fakat inanamadık. Gece depomuza giren çete içerisinde senin Mümtazı gördük. Zararımız çok, öfkemiz fazla. Adalet isteriz kadı efendi!” dedi, tüccar.
Öfkeden dişlerini sıktı kadı Hilmi Ziya. Yumruğunu kaldırdı ve terk etti makamını.
O kadar hızlı yürüyordu ki, adımları birbirine karışıyor, düşecek gibi oluyordu.
Eve vardığında öğlendi, oğlu uyuyordu.
Sertçe açtı kapıyı: “Sen miydin!” dedi.
Oğlu irkildi ve “baba” diye cevap verdi.
Tekrarladı: “Sen miydin tüccarın malını gasp eden?!”
Oğlu, başı önünde bir vaziyette bir şey diyemedi.
Hilmi Ziya için geçmedi o an... Canından çok sevdiği biricik oğlu için verecekti hükmü.
Kurdu kuşa yem etmeyen, kuşu da kurda peşkeş çekmeyendi o.
Hüküm belliydi: eli kesilecek, zarar tazmin edilecekti.
Sabaha kadar cam kenarında gökyüzünü izledi… Ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüştü.
Sabah oldu ve Mümtaz’ın odasına girdi… Sımsıkı sarıldı. Cebine bir kese altın koydu.
Gözleri yaşlı şekilde ağzından çıkan tek cümle: “Git buradan!” oldu.
Adalet “Hak edene hak ettiğini vermek” der, Deneyimsel Tasarım Öğretisi.
Öyle ya! Bir insan düşkün olduğunu yüreğinden çıkarmadan adaleti nasıl olur da yüreğine yerleştirebilirdi ki?
Neydi ya? İnsan, başkası hakkında hemen hüküm verirken, sıra kendine geldiğinde atalete düşmesine neden olan…
Neydi adaleti, atalete kurban eden?
İnsan kendi ihtiyacını önceliklendirirken, eşinin dostunun ihtiyacını nasıl görebilirdi ki?
Bu kadar kendine odaklanırken insan, haksızlığa tutulmuşa nasıl el uzatabilirdi ki?
Kendi kendine kazanmış ve yalnız başına yemek isteyen nasıl paylaşırdı ki?
Bugün Mümtaz’ını kurban etmeyen, yarın İsmail’ini kurban edebilir miydi?
En düşkün olduğundan vazgeçmeyen bir insan, adaletli karar verebilir miydi?
Onun şahitliğine güvenilir ve hakemliğine danışılabilir miydi?
Neydi insanı adaletli kılan ve ataleti kıran!
İnsan vazgeçtikçe özgürleşir…
Ve vazgeçtikçe görmeye başlar adaleti…
Yavaşça yüreğine iner denge ile adalet…
Adaleti görürse insan:
Bir filin, karıncadan üstün olmadığını…
Bir keçinin, ağaç düşmanı olmadığını…
Bir aslanın, nesil katili olmadığını…
Bir kuşun, bir sürüngenden üstün olmadığını…
Bir kedinin, fareye düşman olmadığını…
Bir farenin de kediye gücenmediğini görür..
Yeryüzündeki adaleti gören sınıf farklılığının olmadığını görür…
İnsanı insandan üstün kılanın iyi ve tutarlı davranışlar olduğunu görür.
Rızkı verenin en ufak bir organizmaya kadar nasıl adil olduğunu görür.
Ve adil olanın adaletinin hiç tıkanmadan nasıl işlediğini görür.
Bir zorbanın, zorbalığının yanına kar kalmadığını görür..
Hırsızın, aslında nasıl kendi geleceğinden çaldığını görür..
Anda kazananın, nasıl toplamda kaybettiğini görür.
Kısa yoldan köşe olmaya çalışanın, nasıl köşeye sıkıştığını görür..
İyinin her zaman kötüye galip geldiğini görür.
Bir insan gerçeği görmeye başladıkça, adil olana dönüşmeye başlar…
Kandırılamayan… Şeytan’ın dahi uğraşmadığı kişiye dönüşüverir…
Gözü gerçeği görmeyenin, algısında adalet olmaz.
Algısında adalet olmayan, zalim olana dönüşmeye başlar.
Kendi menfaati için, başkasının zarar görmesinden endişe etmez.
Öyle ki insan en sevdiğinden vazgeçmeden, en sevdiğine nasıl ulaşabilir ki?
Neydi beni adalette atalete sokan?
Vazgeçtiklerim mi yoksa vazgeçemediklerim mi?
Neydi haksızlık karşısında sesimi dahi çıkaramamamın nedeni?
Kötüler kötülüklerini sere serpe sergilerken..
Neydi beni iyi olanı ortaya koymaktan uzaklaştıran?
Vazgeçtiklerim mi yoksa vazgeçemediklerim mi?
Mazlumun haksızlığa uğrarken yakarışlarını duymamı engelleyen…
Ve bana üç maymunu oynatan…
Vazgeçtiklerim mi yoksa vazgeçemediklerim mi?

Elinize sağlık...
YanıtlaSilVazgeçebilir olmak, bu kıvamda kalabilmek…
YanıtlaSilİnsan vazgeçtikçe özgürleşir…
YanıtlaSilVe vazgeçtikçe görmeye başlar adaleti…
Yavaşça yüreğine iner denge ile adalet…
Müthiş bi tesbit insanın 3 maymun oynaması güzel özetlenmiş kaleminize emeğinize sağlık..
İnsanın gerçeği bilmesine rağmen gereğini yerine getirmesine engel olan geciktirmeler... Ve altında yatan, sonucu getiren sebepler... Olmaz bu kadarı da denilenlerden olmadı mı neler neler... İnsanı yanlış yolun sapağına getiren istekler... O yola devam ettirenler neler...
YanıtlaSil"Kötüler kötülüklerini sere serpe sergilerken. Neydi beni iyi olanı ortaya koymaktan uzaklaştıran?" İyi olabilmek varılacak bir yer. Ama asıl mesele vardıktan sonra başlıyor sanki. Oda vardığımız yerde kalabilmek... Vatan ve kalanlardan olabilmek dileğiyle.
YanıtlaSil"Neydi beni iyi olanı ortaya koymaktan uzaklaştıran?
YanıtlaSilVazgeçtiklerim mi yoksa vazgeçemediklerim mi?
Mazlumun haksızlığa uğrarken yakarışlarını duymamı engelleyen…
Ve bana üç maymunu oynatan…" gündemimiz Gazze için de aynı şeyleri kendimize söyleyip öz eleştiri yapabiliriz...