Kime sorsak, herkes gerçeğin peşinde koşuyor. Herkes gerçeği arıyor, herkes gerçeği kabul ediyor. İnsanlara, ilişkilere ve olaylara baktığımızda anlamakta zorlandığımız bir şekilde, gerçekten uzaklık var.
Bu neden böyle? İnsan neden gerçeğin tarafındaymış gibi gözüküp, sahteyi tercih eder? İnsan gerçekten nasıl uzaklaşır ve neden bir müddet sonra sahte olanın farkına varamaz?
Çünkü gerçek olanın başında acı
olur. İnsan o acıyı tattıktan, o bedeli ödedikten sonra ödülünü alır. Ama insan
acelecidir, o ödülü beklemek istemez. İmtihanda tam bu noktadadır zaten.
Anlık haz için, geçici çıkar için, durumu “şimdilik” kurtarmak için sahteye yönelir insan. Çünkü imtihan sorusu kritik durumlarda ve zor şatlarda sorulur genellikle.
O an içinde
bulunduğu pozisyonda gerçek kendisine ağır gelir.
Gerçeği kabul etmenin zorluğu ve sorumluluğu insanı korkutur, ürkütür. Çünkü gerçek biraz can yakar. Ama insan, incinsin canı yansın istemez.
Tam
da bu noktada insan aslında bile bile yani göz göre göre sahte olanı tercih
eder. Bu tercihini; “şimdilik”,
“geçici bir süreliğine”, “ilk fırsattan dönmek niyeti” ile yapar.
İlk başlarda böyle olur, tam olarak yaptığını savunamaz. Tam olarak sahteyi kendisine yakıştıramaz. Sanki bunu başka biri yapıyormuş gibi davranır.
Hatta bu sahteyi tercih etmesini
başka insanlara başka sebeplere bağlar.
Çünkü gerçeğin acısından
korktuğu kadar, sahteyi tercih etmenin faturasından da kaygı duyar. Aman işte bir seferlik diye kendini avutur.
Ve sahteyi tercih eder.
İnsan bir sahteyi tercih ettiğinde ise hayat hemen faturasını ödetmez, bekletilir. İnsan bir de burada yanılır. Sahteyi tercih ettiği halde, başına bir iş gelmemiştir!
Kaygı duyduğu
gibi bir şey başına gelmemiştir.
Aksine “hiç de fena olmamıştı”(?)
Bu ona cesaret verir ve yeni bir sahteyi satın almaya yönelir. Yani siyahta
yolculuk başlar…
İnsan gerçekten uzaklaştıkça
yalana, sahteye yaklaşır. Yaklaştığı şeye meyleder ve yalana tutunur. Kendisini
bir yalana inandıran, hemen yanındaki diğer bir yalana da inanır.
Gerçeğe sırtını dönüp yalanlarla avundukça, kör alana girer ve artık ikametgâhı orası olur. Artık tercih ettiği bu karanlık alanda dostu düşmanı tanıyamaz olur.
Bilinci daralır
ve kedine yurt edindiği yeri, savunmaya başlar yani gerçeğe savaş açar.
Gerçeğe savaş açan insan
gergin, stresli, hırçın ve hırslı olur. Bir an önce savaşı kazanmak ister. Bir
an önce mutlu sona ulaşmak ister. Bundan dolayı acele eder ve acele ettikçe
hata oranı artar.
Ancak o kör alanda neyin doğru
neyin yanlış olduğunu idrak etmesi mümkün olmadığı için, artık her şey ters yüz
olmuştur. Yanlışlar doğru, doğrular yanlış…
Gerçeğe savaş açan insandan
adalet, merhamet, sadakat beklenmez. Kendine yurt edindiği kör alanda, silahını
kuşanıp rasgele ateş eder.
Bedel ödedikçe sahteye
düşkünleşir ve bağımlısı olur. Bağımlı olduğunu ilahlaştırır, ilahını savunmak
için gözünü kararttıkça karartır.
Her geçen gün savaşın dozunu
artırır. Her geçen gün savaş açtığı gerçeklerin sayısını artırır.
Dışarıdan onu görenlerin çoğu buna
bir akıl sır erdiremez. Yakın çevresindekiler bir anlam veremez.
Eleştirseler eleştiriyi
dinlemez, yalanını yüzüne çarpsalar duymak istemez. Sineye çekseler sonu
gelmez…
“Şimdilik”, “geçici bir
süreliğine”, “ilk fırsattan dönmek niyeti” ile başlayan süreç bir oyuna döner.
Karanlık bir cephenin, gözü kör savaşçısı olarak oyun devam eder.
İnsan oyun başlatır kendine. Sonra da bunu kader diye adlandırır. Aceba kader gerçekten öyle mi ki?
YanıtlaSilGerçeğe yakın olan gerçekleştirmeye hak kazanır
YanıtlaSil