Pages

Home Features _POST FORMAT _Error Page Trending contact
Deneyimsel Tasarım Öğretisi İLİM

 

İnsanlar genelde krizden daha güçlü ve karlı çıkmışların hikâyelerini anlatırlar. Biz de o hikâyeleri dinlemekten hoşlanırız. Çünkü insan içinde hep bir kahraman yattığına inanır. O kahramanı uyandırmak için böyle kahramanlık hikâyeleri çok çekici gelir. İnsanlar bu kahramanlık destanlarına kendini kaptırırlar. “Motivasyon” adı altında önce kendini gazlar, sonra etrafımızdakileri ateşlemeye çalışırlar.  Peşinden o bilindik sloganlar gelir. “Tamam, kriz var kardeşim ama moralimizi yüksek tutacağız.” “Bizde yılmak, durmak yok.” “Bizim vizyonumuzda küçülmek yoktur, her daim büyüme, her daim yatırım”. “Rakipler geri adım atmamızı bekliyor. Baş eğersek başımız gider, geri adım atarsak cephelerimizi kaybederiz.” “Bu güne kadarki emeğimiz, paramız, malımız, müşterimiz tarumar olur.” Böyle devam eder.

İnsanların geneli,  kriz ortamında batanların, bitenlerin hikâyeleri ile pek ilgilenmez. İlgilense bile işin sonucuna bakar. Battıktan sonraki üzücü tabloya bakar. O tablo oluşmadan önce tam olarak ne olmuş, neler yaşanmış, hangi sebepler bu sonucu doğurmuş… Buraya kafa yormak istemez. Birkaç kalıp fikir ile bakar olaya. “Becerememiş batmış.” “Ortağı kazık atmış, yöneticileri ehil değilmiş.” “Borç almış, kredi çekmiş ödeyememiş.” “Fazla açılmış.” “ Sektörü, pazarı okuyamamış batmış, gitmiş.” Ama zaten adam genel ekonomik krizin yaşandığı bir dönemde batmışsa, o zaman cevap zaten hazırdır. “Ne yapsın kardeşim, bu krize can mı dayanır” derler.



Peki, aslında işler nasıl dönüyor? Krize rağmen toparlananlar nasıl toparlanıyorlar? Krize dayanamayıp gidenler nasıl gidiyor? Kimler gerçekten krizi fırsata çeviriyor? Kimler fırsat sandığı şeyle krizini derinleştiriyor ve batışını hızlandırıyor?

Kriz bir nevi kıtlık demektir. Kıtlık varsa öncesinde bir bolluk da olmuştur. Yani kriz varsa öncesinde bir rahatlık bir refah bir imkân bolluğu da yaşanmıştır. İnsanlar genel olarak “Her gecenin bir sabahı vardır” derler. O sabaha odaklanırlar. Bu doğrudur, her kıştan sonra bir bahar, her karanlıktan sonra bir aydınlık, her geceden sonra bir sabah olur. Ama aynı zamanda,  her gecenin öncesinde bir gün yaşanmıştı. O geçen günde yaptıklarımız veya yapmadıklarımızın sonucunu o gece yaşarız. O gündeki hazırlıklarımız, o gecenin kaderini belirler adeta. Yazın ve sonbaharda kışa hazırlık yapanlar, ilkbahara daha avantajlı çıkar.  Kış geldiğinde kışa uyumlanabilenler; kışın şartlarına göre hareket edebilenler, gece olmuşken, sanki gündüzmüş gibi davranmayanlardır.

Hayat uyumlu olanları ayakta tutar. Kışa hazırlıklı olanlar kışa dayanır. Kışa hazırlıksız yakalananlar da hemen kış şartlarına uyumlanır, ayağını yorganına göre uzatır. Ayağını yorganına göre uzatmaya yanaşmayanlar, yani krizde küçülmeyi bilmeyenler bahara çıkamazlar.

Her krizin fırsat olma ihtimali her zaman vardır. Ama her kriz herkes için yatırım fırsatı değildir. İmkânlar iyi iken yani henüz kriz gelmemişken kaplarını dolduranlar, kriz geldiğinde o dolu kaplarıyla zorlanmadan kışı atlatırlar. Hatta görürler ki, krizden önce pek de kıymet verilmeyen küçük tasarruflar, dudak bükülen tedbirler kriz geldiğinde, kıtlık baş gösterdiğinde hayat kurtarıyor. Bolluk döneminde tüm akçelerini son kuruşuna kadar harcayanlar ise kıtlık geldiğinde, çaresizce krizden fırsat çıkarmayı hayal etseler de nafile…

Şirketlerin çoğu krizlere hazırlıksız yakalanır. Demek ki şirketlerin çoğu krizde ayaklarını yorganlarına göre uzatmalıdır. Derhal, egosal değil, mantıksal davranmak zorundadırlar. Hemen kriz şartlarına uyumlanmalılar. Hayatın yasalarına uyumlananlar için, krizler bir fırsat olur. Bu hayatta uyumsuz olan yok olmaya mahkûmdur. Hızlı uyum gösterenler ise uzun ömürlü olurlar.

3
Share

 

“Beni böyle sev, seveceksen” dedi. Aysun nişanlısı Mahmut’a. En sevdiği şarkıydı. Gençliğe adım attığı yıllardan beri dinlerdi. Her seferinde sözleri yazana hak verirdi. “Ben buyum işte, beni böyle kabul etmeyen kendisi bilir” derdi. Varlıklı bir ailenin tek çocuğuydu. Bir dediği iki edilmemişti. Çevresinde çok fazla insan olduğu için ilgiye doymuştu.

Mahmut ile tanışana kadar her şey çok güzel gidiyordu. Kimse Aysun’u kırmıyor, ne isterse yapılıyordu. Mahmut ise öyle değildi. Hem istediği her şeyi yaptıramıyor, hem de eleştirilerine maruz kalıyordu. Öyle şeyler söylüyordu ki, Aysun şaşırıp kalıyordu. 25 yaşına gelmişti ve hiç fark etmediği şeyler duyuyordu. Bir keresinde Mahmut ile tartışmışlardı. Bazen de insan haksız olur. Bence bir kez daha düşün demiş ve kavga etmeden gitmişti. Aysun’un ilk defa başına böyle şeyler geliyordu. Şimdiye kadar güzelliği ve ailesinin gücü sayesinde hiç haksız çıkmamıştı. Kendinde bulunan tüm özellikleri eşsiz olarak düşünüp bu yaşına kadar gelmişti. Bunu kabul etmeyen kimse çevresinde tutunamıyordu. Onlara ihtiyacı da yoktu zaten. Ben buyum işte diyor ve şarkısını dinlemeye devam ediyordu. Mahmut’un söyledikleri ise çok etkiliyordu onu. Aman neyse deyip şarkısını dinlemeye çalışıyor ama düşünmeden edemiyordu.



Düşünürken Mahmut ile hiç kavga edemediğini fark etti. Ne zaman bir tartışma ortamı olsa, o sakince bir kaç cümle kurup susuyordu. Ne kadar etkilendiğini gece yastığa başını koyduğunda anlıyordu. Bu çocukta bir şey var dedi içinden. Acaba söyledikleri doğru olabilir mi diye düşünmeye başlamıştı. Hiç hoşuna gitmemişti bu iş. Bunca yıl rahat rahat yaşamıştı. Çevresindekiler sürekli onu onaylıyor, gayet memnun görünüyorlardı. Ara sıra bazıları biraz bozulsa da, herhalde başka bir şeye canı sıkıldı, diye geçiştiriyordu. Kendisinden kaynaklanma ihtimalini yok saymıştı. İlk defa, sorun bende olabilir mi? Diye sordu. Çok ürpermişti, yorganı üzerine çekti. Hafiften bir titreme geldi önce, sonra ise bir rahatlama. Bu hal üzere uykuya dalıp, gitti.

Ertesi sabah bambaşka bir güne uyanmıştı. Dün gece yaşananlar sabaha kadar zihninde dönmüştü. Çok uzun zamandır böyle hissetmemişti. Kafasının içinde uzun süredir çalışmayan bir fabrika varmışta, şimdi üretime başlamış gibi hissediyordu. Erkenden kalkmış evde duramamıştı. Kendisini dışarı atmıştı. Normalde bu saatlerde uyuyor olurdu. İlk defa sabahın o pembeliğini görmenin huzuruyla yürüyordu. Düşünceleri ilkokul çağlarına kadar gidip geliyordu. Tüm ilişkilerini, verdiği tepkileri gözden geçirmeye başlamıştı. Sabahın en güzel saatinde, aldığı ozon tedavisi etkisiyle olanlara inanamıyordu. Zihni son gaz çalışıyor, düşündükçe düşünesi geliyordu. Her seferinde arka fonda beni böyle sev çalıyordu. İlk defa şarkının sözlerinden rahatsız oldu. Zorunda mı? Diye sordu. Geçmişte çevresinde kim varsa öyle yapmıştı oysa. Düşününce neredeyse hepsinin zorunda olduğunu fark etti. Annesi babası bakıcısı, babasının fabrikasında çalışan bir kaç kişinin çocukları olan arkadaşları… Bunlar sevmek zorunda kalmışlardı. Derin bir sessizlik oldu. Boşluğa bakıyordu artık gözleri. Ne kadar yürüdüğünü fark etmemişti. Eve taksiyle dönmek zorunda kaldı. Ilık duşun altında o boşluğa bakma hissi devam ediyordu. Yatağa bıraktı kendisini, çok yorulmuştu. Bunca yılın ağırlığı adeta üzerine çökmüştü. Kolunu kıpırdatacak hali kalmamıştı. Sonunda anlamıştı, kimse beni böyle sevmek zorunda kalmamalıydı. Mahmut haklıydı, onca yıldır çevreme ne kadar da yük olmuşum dedi kızgınca. Biri görse korkardı halinden, sanki birini azarlıyor gibiydi. Bu sefer karşısında ayna vardı. İlk defa yüzleşmişti gerçekle. Sevilecek yönleri vardı elbette. Değiştirmesi gereken de bir o kadar şey vardı. Sevinçle gözleri parladı ve dedi ki “Dönüşüm başlasın!”

5
Share

 

Kurumsallık, yönetimin ustalaşmasıdır. Markalaşma, pazarlamanın ustalaşmış halidir. Öncelik sırası da buna göredir, yani bir şirket, önce kurumsallaşır sonra marka olur / olmalıdır.

Ancak birçok şirket kurumsallaşmayı ıskalar. Çünkü kurumsallaşma, şirket kurucu ve yöneticilerinin kendi iç hesaplaşmalarıdır. Önce kendilerini eğitmeleri gerekir. Önce kendilerini yontmaları, doğrultmaları ve güzelleştirmeleri gerekir. Ve insanın en zorlandığı yer burasıdır. Kendisi ile "uğraşmak", kendisine yatırım yapmak. İnsan bunu ister gibi görünür, ama yapmaz. Çünkü kendisine yatırım yapmak demek, çok da görünmez, bilinmez bir alanda, kök salmak demektir. Toprağın altında kök salan ağaç misali. Kimsenin görmediği, duymadığı ve dolayısıyla alkışlamadığı, pohpohlamadığı bir yerlerde, karınca misali yol almaktır, kurumsallaşmak.

Toprağın altına düşen bir tohum, henüz kabuğunu kırıp yer üstüne çıkmadan önce, etrafındaki su, mineral, her ne kadar imkân varsa hepsini azami kullanır. Karanlıklar içinde, gün yüzü görmeden, güneşle tanışacağı güne hazırlanır.  Ve sonra, vakti saati gelince kabuğunu kırar, yeryüzüne çıkar. Dallanır, budaklanır, meyve verir yani marka olur. Ancak, kökleri ile bağını hiç kesmez, köklerle dallar orantılı büyür. Dış dünyadakiler, hep dalları, yaprakları, meyveleri (yani markayı) görse de onlarla ilgilense de toprak altındaki gövde (yani kurumsal yapı) harıl harıl çalışmaya devam eder. Gerçek kurumsallık ve gerçek markalaşma bu şekilde olur.




Gel gör ki birçok firma, kurumsallığı çalakalem "vizyonumuz ve misyonumuz" metni ile gerçekleştirdiğini sanır. Birçok şirket, ilk önce ve çok acele olarak, pazarlamada ustalaşmaya (markalaşmaya)  yönelir. Çünkü "satış olursa, para girerse her bir konu çözülür" diye düşünülür. Pazarlama tarafına yatırım yaptıkça, doğal olarak marka büyür. Büyümenin büyüsü, hem şirket yönetimini hem de müşteriyi heyecanlandırır ve illüzyona sokar. Marka büyüdükçe, şirket yönetimi, markanın arkasına geçer. İşine geldiğinde kendini açık eder, markanın itibarını devşirir, işine geldiğinde markayı kendine siper alır ve ateş etmeye başlar.  Oysa sırtını dayadığı ağaç, köksüzdür ve ilk şiddetli rüzgârda yıkılmaya, ilk kuraklıkta kurumaya, ilk kıtlıkta aç kalmaya, ilk kar yağdığında donmaya mahkûmdur.

Bizler de genellikle bir şirketle ilişki kurarken markaya bakarız. Marka üzerinden şirketi puanlarız ve süreç başlatırız. İşte bu iletişim illüzyonudur. Ağacın köklerini irdelemeden, dalına binmektir. Oysa kökler, yani kurumsallık sağlam değilse (yani şirket yönetimde ustalaşmamışsa) dallar yapraklar (marka) ne kadar canlı, renkli, büyük olursa olsan nafile, ağaç hastadır.  Ya da tam zıddında, kurumsallıkta ustalaşıp, markalaşamayan şirketler de meyve vermeyen, dalı, yaprağı olmayan ağaç gibidir.

İlim ehlinin işi toprağın altında olanı görmektir. Şirket kurarken de bir şirkete bakarken de. Önce kurumsallığa bakar, önce yönetimde ustalaşır. Sonra markaya bakar, pazarlamada ustalaşır. Daha sonra her iki ustalık -markalaşma ve kurumsallaşma- orantılı olarak gelişir ve gerekirse dönüşür. Çünkü bu hayatta her şey bir orantı, bir denge üzerinedir. Dengesiz olan bir gün mutlaka düşer.

7
Share

 

Fikret Bey işini kendisi tırnaklarıyla kaza kaza kurmuştu. Her bölümde her çalışanda emeklerinin izi vardı. 2 kişiyle başlayan yolculuk, yüz kişiyi aşan büyük bir şirketler grubuna dönüşmüştü.

İşler büyüdükçe işleri yönetecek profesyonelleri işe almıştı. Aileden de çalışanlar vardı.

İki oğlu vardı. İkisi de üniversiteyi bitirdikten sonra şirkette çalışmaya başlamışlardı. Birisi pazarlama departmanında uzman olarak görev aldı. Küçük oğlu da üretim tarafında yönetici koltuğuna oturdu. Her ikisinin ekibinde de yıllardır çalışan uzman ekip arkadaşları vardı.

Mehmet yeni evlendi. Üniversite sınavında çok yüksek bir puan alamayınca, rotayı yurtdışına kırmıştı. Bir balkan üniversitesinde okumuştu. Memlekete dönünce üniversiteden tanıştığı kız arkadaşıyla evlendi.

Ahmet ise çok yüksek bir puan almamasına rağmen, uzak bir şehirde yeni kurulan bir üniversitede okudu. Mezuniyet sonrası evlenmek istedi.

Her ikisi için de bu ilk iş deneyimiydi.

Şirketin inovasyon işleri vardı. Burada uzman bir ekip araştırma ve geliştirme faaliyetleri yürütüyordu. Ahmet bu alanda teknik bilgiye sahipti. İşletme ve operasyon süreçleri pek de deneyim sahibi olduğu alanlar değildi.

Şirket kamu ihalelerine katılıyordu. Haliyle işlerin zamanında teslimi kritik önemdeydi.

Mehmet çalışmaya başladığı departmanda kuzeni Süleyman’ın ekibindeydi. Süleyman uzun yıllardır şirketteydi. Üniversitede bu alanda eğitim almıştı. Basamakları tek tek çıkarak gelmişti. Ekibinde Mehmet ile birlikte 5 kişi daha çalışıyordu.

Alınan yeni ihale şirketin kapasitesini zorlayacak kadar yüksek miktardaydı. Ahmet ile birlikte çalışan Emir Bey yılların kurdu bir yöneticiydi. İşlerin üretimi ile ilgili zaman planlarını yapmıştı. Tedarik süreçleri kritik önemdeydi. Yurtdışından imal edilip getirilmesi gereken parçalar vardı. Bu süreçleri Ahmet’in görev alanındaydı. Tedarikçiyle iletişimi o sağlıyordu.

Fikret Bey her hafta yönetim toplantısı yapardı. Olan bitenden haberdar olmak isterdi. İşlerin hep kendi kontrolünde olması onun için önemliydi.



Oysa şirkette bir genel müdür ve departman yöneticileri vardı.

Bu son ihale için yapılan toplantılarda Emir Bey endişelerini dile getiriyordu. Ahmet sürecin kontrolünde olduğunu söyleyip konuyu kapatıyordu. Fikret Bey bu yorumları çok dikkate almamıştı.

Gönderilen ilk numuneler gecikmeli gelmişti. Gümrükte de birçok sıkıntı yaşanmıştı.

Gelen numunelerle yapılan ürünler performans testini geçememişti. Ahmet hemen topu Emir Bey’e attı. “Sizin yaptığınız tasarıma göre üretim yapıldı.”

Emir Bey, “Fakat kullanılan malzemeler müşterinin verdiği siparişteki talebi karşılayacak özellikte değil. Bunların kontrolünü yapmış olmanız gerekirdi.”

Konuya bir çözüm bulamayınca Fikret Bey’e gittiler.

Her ikisini de dinleyen Fikret Bey, homurdanmaya başladı.

“Oğlum sen ne yaptığının farkında mısın?”

“Evet, Emir Bey’in yaptığı tasarımda kullanılan malzemeler yeterli özellikte değil. Tedarikçi bizim gönderdiğimiz tasarıma göre üretim yaptı. Ben tekrar görüştüm, bir üst kalite hammadde kullanarak yeni bir numune yaptılar. Haftaya elimizde olacak.”

Emir Bey; “Fikret Bey, siz de bilirsiniz. Biz burada mühendis arkadaşlarla kullanılması gereken malzemenin tüm niteliklerini belirten detaylı bir teknik şartname gönderdik.”

“Bu şekilde üretimimiz ne zamana yetişir?” Ümitsiz bir ses tonuyla sordu, Fikret Bey.

“Her şey yolunda giderse, teslim süremiz 15 gün gecikir.”

“Bu bizi ceza ödemek zorunda bırakır. Bunun faturasını sana keserim, Emir Bey.” diye hiddetli bir tonda Fikret Bey toplantıyı bitirdi. Emir Bey odayı terk etti.

Baba oğul baş başa kaldılar. Fikret Bey Ahmet’e dönerek “Bir işi de eline yüzüne bulaştırmadan bitir be oğlum!” diye bağırdı.

Ahmet yüzü kızarmış bir halde odadan ayrıldı.

 

Genel Müdür Emir Beyi çağırarak işten çıkarıldığını tebliğ etti.

Emir Bey; “siz de çok iyi biliyorsunuz işin gerçek sorumlusunun kim olduğunu…”

“Elbette biliyorum, Emir Bey. Gel gör ki bizlerde sorumluluk var, yetki yok…”

Aslında Fikret Bey de hatanın oğlunda olduğunun farkındaydı.

Çocuklarına çok emek ve bedel ödemişti. Çocuklarının yetişmesini şirketi daha ileri götürmelerini istiyordu. Onlara yetki vermişti. Sorumluluk almaya gelince hep faturayı başkalarına ödetiyordu. Çocuklarına kıyamıyordu.

İhale tedarik süreçlerinde belirtilen sürenin aşılması sebebiyle ceza ödemek zorunda kalmışlardı. Ürünler teslim edildikten sonra, test ve kalite kontrol yapıldı.

Ürünlerin büyük kısmı müşterinin isteklerine uygun üretilmemişti.

Müşteri tüm ürünleri iade etmekle yetinmeyip, tazminat davası açmıştı.

İşler bir anda tepetaklak gitti.

İnsanlar yaptıkları hatanın bedelini ödemek zorundadır. Siz bu bedeli başkasına ödettiğinizde kişinin bu hatadan ders çıkarması mümkün olmaz.

Şirketlerde de durum aynıdır. Yetki ve sorumluluk aynı kişide olmalıdır. Kişi yetkiye sahip fakat yaptıklarının sorumluluğunu almazsa, zalimleşir.

Sorumluluğu var fakat yetkisi yok ise, Emir Bey gibi mazlum olur. Haksızlığa uğrar.

Hayatta her şeyin bir bedeli var…

Çıraklığını yaşamadan, bedelini ödemeden verilen her şey, bir gün geri alınır sizden…

7
Share


İnsan bazen kendisini kandırılmış hisseder. Karşı tarafa verdiği değerin, önemin yani bedelin karşılığını alamadığını görür. Bazılarımız, bunu ilk zamanlarda tam anlayamaz. Yani ilk suiistimallerde, ilk aldatmalarda, ilk nankörlüklerde. Anlamaz, hatta anlamak da istemez. “Oldu, bitti, yaşandı geçti, önümüze bakalım” der ilk başlarda. “Belki de burada ben hata yaptım” ya da “Bu yanlış insanmış, doğru seçim yapamamışım” der. “Bundan sonraki ilişkilerimde daha dikkatli olurum, bir daha da böyle kahrolmam” diye geçirir içinden.

 

Zaman geçer, insanlar değişir ve ama bakarız ki, olaylar değişmemiş. Aynı mağduriyeti, başka bir zamanda, başka bir sahnede ve başka bir insanla yaşamışız. Sonra bir benzeri, sonra bir benzeri, bir benzeri daha! Tabi kayıplar artar, yıllar geçer, yıpranır, hırpalanır hatta bazen yıkılır insan. Elinde bir fatura ile dolaşır durur.  Peki, kim ödeyecek bu faturayı, kim geri getirecek kaybolanları ve daha önemlisi kim nasıl anlayacak? Nasıl anlamlandıracak bu olanları? Bazılarımızı kendisini suçlar, bazılarımız hayata küser, bazılarımız herkesten ümidini keser.

Bu durum eşler arasında, kardeşler arasında, evlatlar ve ebeveynler arasında, dostlar arkadaşlar arasında olduğu gibi, ticari ilişkilerimizde de sık sık yaşanır.  Mahkemelerde ticari davaların büyük bir kısmı, daha önce ortak hukuku olanlar arasında görülüyor. İnanır ortak olur, güvenir parasını – malını teslim eder. Adam bilir, işe alır, elinden tutar bir yerlere getirir. Kendinden verdikçe verir, yemez yedirir, içmez içirir. Çünkü ilk başlarda karşı taraf teşekkür üstüne teşekkür, dua üstüne dua eder. “Sen ağasın, sen paşasın”. “Hakkını nasıl öderim bilemiyorum”. “Dile benden ne dilersen” der. O böyle dedikçe bizimki yağdırdıkça yağdırır, verdikçe verir, sevdikçe sever…

Aylar, yıllar böyle geçer. Bizimki vermeye karşı taraf almaya devam eder. Sonra bir gün gelir, bizimki bazı şeyleri veremez olur.  Zira bu hayatta hiçbir imkân sınırsız değildir. İşte o musluk hafif kısıldığında, karşı taraf alttan alta homurdanmaya başlar. Yavaş yavaş sesini yükseltir. Diğeri de yılların alışkanlığı ve “görev bilinci” ile hareket eder. “Eksiklerini” tamamlama telaşına girer. Heyhat, nefesi azalmıştır, eski gücü kalmamıştır. Buna rağmen vites yükseltir, kendini zorladıkça zorlar. Tabir yerindeyse, tekeden süt çıkarıp, bu nankörün karnını doyurmaya çalışır. Ama daha önce süt veren keçileri bile kesip, yedirdiği için tekenin de tekmesini yer. Ama nankör, hala ister de ister, bekler de bekler… O hırçın, küçümseyici gözler, o aşağılayıcı sözler; bazılarının uyanmasına vesile olursa da bazıları için maalesef…



Uyanan, kendine gelir, yüzünü yıkar, gözünü açar. Yaşadıklarına, yaşatanlara yeniden bakmaya başlar.  Kaybettiklerini görür ve büyük öfke ile nankörün üzerine yürür. Artık uyanmış ve hesap sorma zamanı gelmiştir. Bundan böyle musluğu kapatacak, tek tek her şeyin hesabını soracak ve verdiklerini geri alacaktır.  Ve maalesef şimdi yeni bir yıkımla karşılaşır. Besleyip büyüttüğü nankör, değil bir şey ödemek, bir de bunu borçlu çıkarır ve arkasında bakmadan çeker gider. Giderken de altın vuruşunu yapar, son olarak alabileceği ne varsa hepsini alır! Ve diğeri ortada, şaşkın, bitkin, öfkeli bir şekilde kalakalır.

 

Peki, neden böyle olur? Çünkü insan, başka birinden beklentisini çok yüksek tutar. Bazen övülmek ister. Bazen itibarım yükselsin, şanım alsın yürürsün ister.  Kendini mecbur hisseder, ona hak etmediklerini verir. Verdikçe düşkünleşir ve beklentisi artar, beklentisi arttıkça verir. Bu bir kısır döngü şeklinde, sürer gider. Karşı taraf da hak etmediğini aldıkça, rahatlık tuzağına düşer. Rahatlık tuzağındayken üretmeyi bırakır ve hep hazırı bekler. Üretmeyi bırakan, tüketmeye başlar. Tüketim sınırı olmadığı için istedikçe ister. Alamayınca hırçınlaşır, şikâyete başlar, sonra nankör olur. Daha da alamayınca, aldıklarını inkâr eder ve karşı tarafı borçlu çıkarır.

İnsan işte böyle, kaşımı yapayım derken, gözünü çıkarır. Karşı tarafa jest yapayım derken, taviz üstüne taviz verir. Oysa jest, yapıp yapmamakta özgür olduğumuz şeylerdir. Taviz ise kendimizi yapmaya mecbur hissettiğimiz şeylerdir. Ve taviz doğurgandır; taviz tavizi doğurur. Tavizlerin sayısı arttıkça nankör doğurur. Sonra da insanın etrafında birçok nankör olur. Ve insan der ki “Neden bunlar hep beni bulur?”

Sence neden?

 

 

 

 

7
Share

 

Mustafa okul hayatında pek ümit vaat etmeyen bir öğrenciydi. Babasının imkân sahibi hali vakti yerinde biri olmasına güveniyordu. Liseden sonra okula devam etmedi. Vaktini mahalledeki kahvede takılan arkadaşlarıyla geçirirdi.

Sabah geç kalkar, kahvaltı sonrası soluğu kahvede alırdı. Babası her gün erken kalkar ve işe giderdi. Babasının hırdavat dükkânı vardı. Oldukça büyük bir dükkândı. Yanında yirmiye yakın personel vardı. Oğlunu da dükkânda çalışmaya teşvik etmişti. Mustafa çıraklık yaparak bir yere geleceğine inanmıyordu. O patron olmak, kendi işini yönetmek istiyordu.

Annesi, babasının yönlendirmelerine hep karşı çıkardı. “Bir tane oğlum var, onu da çırak olsun diye yetiştirmedim.” Diyerek eşini sustururdu. Oğluna maddi olarak da destek oluyordu.

Kahvehanede okey oynarken bir taraftan da arkadaşlarıyla hep farklı iş kurma hayalleri anlatırlardı. Kazım, Mustafa’nın kankasıydı. O da bir baltaya sap olamamış, emekli babasının ve annesinin desteğiyle takılıyordu.

“Mustafa, benim kuzen var, Suat biliyorsun, geçen hafta geldi, bize.”

“Bu meşhur çiğköfte markası var ya, adam onun bayi sorumlusu.”

“Alacan bir frenchise, açacan dükkânı gelsin paralar…”

Mustafa kafasını okey tahtasından kaldırdı. “Arasana şu adamı bir konuşalım.”

Şu karşı köşede kırtasiyeci kapattı, o dükkâna açalım, bir çiğ köfteci. Millet görsün girişim nasıl oluyormuş.”

“Vaay kardeşim, tabi hemen arıyorum.”

Seni bekliyor yarın, işlem tamam.”

...

Annesinin ısrarları sonucunda babası gerekli sermayeyi vermişti.

Mustafa dükkânı açtı.

Malzemenin hepsi merkez depodan geliyordu. Dükkânın tasarımında da firmanın yönlendirmesine göreydi her şey. Mustafa’nın da zaten çok emek koymak gibi bir isteği yoktu. Koskoca firma, herkes tanıyor, biliyor. O kazanacağı parayla alacağı arabanın hayalini kurmaya başlamıştı.




İlk ay satışlar düşüktü. Böyle olmayacak, online satış yapmam lazım diye düşündü. Meşhur yemek satış uygulamalarından birine üye oldu. Satışlar biraz hareketlenmişti.

Mustafa sabah erken kalkmakta zorlanıyordu, dükkânı öğlene doğru açıyordu. Gelen siparişleri hazırlayıp kuryeye teslim ediyordu. Artan siparişlere yetişmekte zorlandığı için birini işe aldı.

Satışlar olsa da nihayetinde bu aradaki firmaya komisyon ödüyordu. Bir de işe aldığı çocuğun maaşı, sigortası derken yine ay sonunda elinde pek bir şey kalmadı.

Devam eden aylarda da çok değişen bir şey olmuyordu.

Her ay biraz daha kötü. Annesinden aldığı paralarla geçiniyordu.

Hayalini kurduğu arabaya çok uzaktı, hala.

Ana şirket yaşadığı sıkıntılar sebebiyle zordaydı. Bir sabah gelen telefonla bu haberi öğrendi.

Firma kapandığı için artık hazır ürün gelmiyordu. Mustafa’nın eli ayağına dolaşmıştı. Gelen siparişler vardı fakat köfte yoktu. O hafta siparişleri teslim edemeyince, online satış uygulaması cezai şartları uyguladı. Üstüne bir de ceza ödemek zorunda kaldı.

Çiğ köfte yapmayı bilmiyordu. Bir usta bulsam diye düşündü. İşler içinden çıkılmaz, durumdaydı.

İnsan çıraklığını yapmadığı işte karşısına çıkacak zorlukları öngöremiyor. Bunları çözmek için de çok enerji ve kaynak harcamak zorunda kalıyor.

Mustafa, patron olarak sürdürmek istediği işte, yaşadığı sorunlara çözüm bulmakta zorlanıyordu. Hem enerjisi, hem de motivasyonu tükenmişti.

Doğru bir girişim için başlangıç stratejisinin de doğru olması gerekir.

Kendi işinizi yaptığınızda, işin her aşamasında detaylı bilgi ve beceri sahibi olmanız gerekir. Çıraklık aşamasını geçmek aksi takdirde pek mümkün olmaz.

İşinize erken başlamak, üretimle ve siparişlerle ilgilenmek, müşteri ilişkilerini de yönetmek. Bunların hepsi sizin görev alanınız olur. Kendi paranızla bunları öğrenmek biraz pahalıya patlayabilir.

Bunun en güzeli, girişime başlamadan önce çalışan bir işletmede çıraklığı deneyimlemektir.

O zaman bütün detayları görürsünüz, tedarik nasıl, üretim nasıl, müşteriler nereden gelir…

Bütün konuları öğrenebileceğiniz, eşsiz bir deneyim sahibi olursunuz.

Mustafa’nın çuvallaması olağan bir süreçti.

Çıraklığını yaşamadığın şeyin ustalığını göremezsin…

5
Share
Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

Bu Blogda Ara

Popular Posts

  • HASET
    Güncel tıp ilimleri daha ziyade somut hastalıklar üzerine yoğunlaşmış durumdadır...   Elbette soyut hastalıklarda güncel tıp biliminin d...
  • İLGİNÇ
      Aslında insanın az bilmesinde eleştirilecek bir şey yoktur... Her az bilen öğrenmeye yönelik gayreti ile ilmini arttırabilir...   Ki...
  • DENGE TAŞI
      Herkes... Neredeyse istisnasız herkes... Sevilmek... Sayılmak... Önemsenmek... İlgilenilmek... Aranılan... Özlenilen... Va...

Blog Arşivi

  • Aralık 2025 (1)
  • Kasım 2025 (6)
  • Ekim 2025 (15)
  • Temmuz 2025 (5)
  • Haziran 2025 (4)
  • Mayıs 2025 (4)
  • Nisan 2025 (4)
  • Mart 2025 (4)
  • Şubat 2025 (4)
  • Ocak 2025 (5)
  • Aralık 2024 (4)
  • Kasım 2024 (4)
  • Ekim 2024 (5)
  • Eylül 2024 (4)
  • Ağustos 2024 (3)
  • Temmuz 2024 (4)
  • Haziran 2024 (9)
  • Mayıs 2024 (9)
  • Nisan 2024 (8)
  • Mart 2024 (9)
  • Şubat 2024 (6)
  • Eylül 2022 (1)

Categories

Adalet Ailede Huzur Başarı psikolojisi Deneyimsel Tasarım Öğretisi Dtö Kim Kimdir fayda huy İlişkilerde Ustalık

SOSYAL SORUMLULUK PROJELERİMİZ

  • Üniversite Zirveleri

Popular Posts

  • HASET
    Güncel tıp ilimleri daha ziyade somut hastalıklar üzerine yoğunlaşmış durumdadır...   Elbette soyut hastalıklarda güncel tıp biliminin d...
  • İLGİNÇ
      Aslında insanın az bilmesinde eleştirilecek bir şey yoktur... Her az bilen öğrenmeye yönelik gayreti ile ilmini arttırabilir...   Ki...
  • DENGE TAŞI
      Herkes... Neredeyse istisnasız herkes... Sevilmek... Sayılmak... Önemsenmek... İlgilenilmek... Aranılan... Özlenilen... Va...
  • DAĞLAR GİBİ...
      Bazı sorular vardır hayatta... Herkesin cevap aradığı... Ama cevabı her merak edene verilmeyen...   Herkesin iştahını kabartan... ...
  • SANMA
      Her öveni dostun... Her had bildireni düşmanın... Her seveni aynı sanma...   Kimisi münafıklığından över... Kimisi dostluğundan terbiye ed...
  • FESAT
     Kendi yanlışları ve kendi çirkinlikleri sebebiyle... Köşeye sıkışmış kötülerin ana silahıdır fesat... Tıpkı bir akrebin kaçacak yeri ka...
  • AKORT
    Kim demiş ? Kim demiş eğlenmek veya dinlenmek haramdır diye...   Her üreten bunalır... Her bunalan eğlenmelidir...   Her hareket eden yorulu...
  • GİBİ
    Kül müsün ? Ay mı ? Yoksa güneş mi ? İnsanlar üçe ayrılır... Küller... Aylar... Güneşler...   Emici tüketiciler... Tıpkı...
  • NEDEN?
     İlginç bir yazı olacak bu... Vaktin varsa git bir çay koy kendine... Ya da belki bir kahve... Sen nasıl istersen... Hele birde deni...
  • ANATO-PSİKO RESET - IV
      Bölüm IV   Oooohhhhhhh... Sonunda ulaştın , zirveye vardın...   Elbisesinin uçlarından duvağına baktığın o heybetli gelinin... Ş...
Copyright © 2015 Deneyimsel Tasarım Öğretisi İLİM

Created By ThemeXpose