Pages

Home Features _POST FORMAT _Error Page Trending contact
Deneyimsel Tasarım Öğretisi İLİM

 

-Kemal merhaba nasılsın?

Kemal’in nutku tutulmuştu. En çok konuşmak istediği insan telefonda karşısındaydı. Sesi içine kaçmıştı, sanki. Oysa bu anın ne kadar da çok provasını yapmıştı. Nilaya ondan ne kadar hoşlandığını saatlerce anlatabilirdi.

Toparlanmaya çalıştı. Şoktan çıkması gerekiyordu.

-Duyuyor musun?

-Evet, evet salondaydım, kalabalık ev biraz. Balkona çıktım şimdi. Seni dinliyorum.

-Bu akşam bende toplanıyoruz arkadaşlarla bir veda partisi yapıyoruz. Seni de davet etmek istedim.

-Nerede toplanıyorsunuz?

-Bizim evde, parti dediysem öyle çok da kalabalık değiliz. Biz bize bir ortam.

-Tabi tabi gelirim. Diyerek kapadı telefonu.

Kalbinin atışı dışardan duyulmasın diye bir süre daha bekledi balkonda. Sonra salona geri döndü.

-Oğlum hadi gel, kahvaltıya, sonra başlarsın dersine.

Seslenen annesiydi.

Kemal mutfağa yöneldi. Kahvaltıda Nilay ile yaptığı görüşmeyi düşünüyordu, hala.

Kemal üniversite son sınıftaydı, ailesine okulu uzatmadan bitireceğine söz vermişti. Final sınavlarında bir ders dışında hepsinden geçmişti. Son kalan ders için bütünleme sınavına hazırlanıyordu. Bir haftadır çok düşük tempoda çalışıyordu.



Sınav dönemi Nilayla karşılaştıklarında aralarında geçen konuşmalar onun beklentisini daha çok artırmıştı. Nilayı okula başladıkları ilk günden beri takip ediyordu. Ona karşı beslediği duygular hoşlanmanın çok ötesindeydi.

Son konuşmaları kafasının daha da çok karışmasına sebep olmuştu. Öte yandan sınavı ihmal etmemesi gerekiyordu.

İnsan çok istediği şeyi elde etmeye yakın olduğunu düşündüğünde, o fırsat anını bir daha elde edemeyeceği duygusuyla heyecanlanır.

Kemal ilk defa okul ortamı dışında bir yerde Nilay ile bir arada olma fırsatını yakalamıştı.

Zaten haftayı verimsiz bir şekilde tamamlamıştı. Çalışması gereken konuları ertelemişti. Hepsi son akşama kalmıştı. Bir şekilde hallederim diyerek bugüne gelmişti.

Kahvaltı sonrası ders çalışmak için masanın başına geçti. Bir yarım saat kadar çalıştı. Açtığı sayfada Nilay için karaladığı şiiri görünce tekrar onu hatırladı. Sesi çok sıcaktı, “seni mutlaka görmek istiyorum” demişti.

Bu anı uzun zamandır bekliyordu. Kaçıramazdı.

Odağını derse veremiyordu. Sık sık ara vererek balkona çıkıyordu.

Sigara içtiğini bilmiyordu kimse, evde. Gizli gizli içerdi, sonra odasına geçer üzerine parfüm sıkardı. Annesinin öğrenip üzülmesini istemiyordu.

Bir an önce akşam olmasını istiyordu. Ders odağının dışındaydı, artık.

Masanın başındaydı belki. Annesi çalıştığını düşünse de Kemalin aklı başka yerdeydi.

Kemal seçimini anda elde edeceği mutluluktan, hazdan yana yapmıştı.

Bu halde yarın gireceği sınavdan geçer not alması pek mümkün gözükmüyordu.

Hayat sahnesinde karşımıza hep benzer sorular çıkar.

Duygularımızı aktifleştiren seçenekler hep anda seçmezsek bir daha elde edemeyeceğimizi düşündürür, bize.

Oysa kısa vadeyi gözeterek yaptığımız her seçim, uzun vadede kayıpla döner.

Hayatın akışında seçtiğimiz zorlukların ardında fayda elde ettiğimiz bir süreç vardır.

Başında haz olan seçimler genelde uzun vadede zarar ettiğimiz sonuçları getirir.

Kemal akşam olduğunda Nilaylara gitti. Ev çok kalabalık değildi. Nilayla bir köşede sohbet etmeye başladılar, gelecekle ilgili planlarından bahsettiler.

Nilay “Ben Amerika’da bir okuldan kabul aldım. Yüksek Lisans için oraya gideceğim.” Dediğinde, Kemalin başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibiydi. Oysa ne hayallerle gelmişti.



Bütün gün kafasında kurguladığı konuşmaya giriş dahi yapamadı. Alt üst olmuştu, düşünceleri. Kendini toparlamaya, olayın şokun atlatmaya çalıştı.

-Sen ne yaptın, mezun oluyorsun değil mi? Diye sordu, Nilay.

-Tek bir sınavım kaldı, yarın gireceğim.

-Hazırlandın mı?

-Evet, evet veririm.

Aslında hiç düşünmek istemediği şey o sınavdı. Bütün gün göz ardı ettiği şeyle artık yüzleşmek zorundaydı. Sınavı geçemezse olacakları düşündü bir anda. Gözü karardı, ayaktaydılar, sendeledi.

-İyi misin Kemal? Hiç iyi gözükmüyorsun.

-Evet, vakit geç oldu, yolum da uzun ben kalkayım, artık.

Sendelemesine sebep olan sınavın sonrasında karşılaşacağı olumsuzluklardı.

Babası tanıdığı insanları aracı yaparak, ona çok bilinen bir inşaat firmasında iş görüşmesi ayarlamıştı. İlk görüşmeler olumlu geçmişti. Yeni bir projeye başlayacaklardı, onunla aynı okuldan mezun Suat Bey ekibimde seni de görmek isterim demişti.

Tabi bu iş mezun olmasına bağlıydı. Büyük bir acı kapladı içini.

Son bir haftadır, boşa geçirdiği zamanları düşünmeye başladı. Çok çaresiz hissetti, kendini.

Gerçeklerle yüzleşmek zorundaydı.

Anda yaşayacağı mutluluk için yaptığı seçimler, ona uzun vadede çok büyük kaybettirmişti.

Hem hoşlandığı kızla ilgili beklentisi boşa düşmüştü, hem de sınavla ilgili bir umudu kalmıştı.

Uzun vadeli hedeflere adımlarla varırız, her adımda bir seçim yaparız. Bu seçimlerde hedefimize uygun kararlar bizi toplamda hedeflediğimiz faydaya götürür.

Anlık haz alacağımız seçimlerin uzun vadede sonuçlarını tartmak gerekir.

Kemalin yaşadıkları hepimizin her gün yaptığı seçimlerin benzeri…

Anlık haz mı? Yoksa başında pek keyif vermese de sonunda ulaştığım fayda mı?

Karar sizin…

 

2
Share

 

Kime sorsak, herkes gerçeğin peşinde koşuyor.  Herkes gerçeği arıyor, herkes gerçeği kabul ediyor. İnsanlara, ilişkilere ve olaylara baktığımızda anlamakta zorlandığımız bir şekilde, gerçekten uzaklık var. 

Bu neden böyle? İnsan neden gerçeğin tarafındaymış gibi gözüküp, sahteyi tercih eder? İnsan gerçekten nasıl uzaklaşır ve neden bir müddet sonra sahte olanın farkına varamaz?

Çünkü gerçek olanın başında acı olur. İnsan o acıyı tattıktan, o bedeli ödedikten sonra ödülünü alır. Ama insan acelecidir, o ödülü beklemek istemez. İmtihanda tam bu noktadadır zaten.

Anlık haz için, geçici çıkar için, durumu “şimdilik” kurtarmak için sahteye yönelir insan. Çünkü imtihan sorusu kritik durumlarda ve zor şatlarda sorulur genellikle. 

O an içinde bulunduğu pozisyonda gerçek kendisine ağır gelir.

Gerçeği kabul etmenin zorluğu ve sorumluluğu insanı korkutur, ürkütür. Çünkü gerçek biraz can yakar. Ama insan, incinsin canı yansın istemez. 

Tam da bu noktada insan aslında bile bile yani göz göre göre sahte olanı tercih eder. Bu tercihini;  “şimdilik”, “geçici bir süreliğine”, “ilk fırsattan dönmek niyeti” ile yapar.




İlk başlarda böyle olur, tam olarak yaptığını savunamaz. Tam olarak sahteyi kendisine yakıştıramaz. Sanki bunu başka biri yapıyormuş gibi davranır. 

Hatta bu sahteyi tercih etmesini başka insanlara başka sebeplere bağlar.

Çünkü gerçeğin acısından korktuğu kadar, sahteyi tercih etmenin faturasından da kaygı duyar.  Aman işte bir seferlik diye kendini avutur. Ve sahteyi tercih eder.

İnsan bir sahteyi tercih ettiğinde ise hayat hemen faturasını ödetmez, bekletilir. İnsan bir de burada yanılır. Sahteyi tercih ettiği halde, başına bir iş gelmemiştir! 

Kaygı duyduğu gibi bir şey başına gelmemiştir.

Aksine “hiç de fena olmamıştı”(?) Bu ona cesaret verir ve yeni bir sahteyi satın almaya yönelir. Yani siyahta yolculuk başlar…

İnsan gerçekten uzaklaştıkça yalana, sahteye yaklaşır. Yaklaştığı şeye meyleder ve yalana tutunur. Kendisini bir yalana inandıran, hemen yanındaki diğer bir yalana da inanır.

Gerçeğe sırtını dönüp yalanlarla avundukça, kör alana girer ve artık ikametgâhı orası olur. Artık tercih ettiği bu karanlık alanda dostu düşmanı tanıyamaz olur. 

Bilinci daralır ve kedine yurt edindiği yeri, savunmaya başlar yani gerçeğe savaş açar.



Gerçeğe savaş açan insan gergin, stresli, hırçın ve hırslı olur. Bir an önce savaşı kazanmak ister. Bir an önce mutlu sona ulaşmak ister. Bundan dolayı acele eder ve acele ettikçe hata oranı artar.

Ancak o kör alanda neyin doğru neyin yanlış olduğunu idrak etmesi mümkün olmadığı için, artık her şey ters yüz olmuştur. Yanlışlar doğru, doğrular yanlış… 

Gerçeğe savaş açan insandan adalet, merhamet, sadakat beklenmez. Kendine yurt edindiği kör alanda, silahını kuşanıp rasgele ateş eder.

Bedel ödedikçe sahteye düşkünleşir ve bağımlısı olur. Bağımlı olduğunu ilahlaştırır, ilahını savunmak için gözünü kararttıkça karartır. 

Her geçen gün savaşın dozunu artırır. Her geçen gün savaş açtığı gerçeklerin sayısını artırır.

Dışarıdan onu görenlerin çoğu buna bir akıl sır erdiremez. Yakın çevresindekiler bir anlam veremez.

Eleştirseler eleştiriyi dinlemez, yalanını yüzüne çarpsalar duymak istemez. Sineye çekseler sonu gelmez…


“Şimdilik”, “geçici bir süreliğine”, “ilk fırsattan dönmek niyeti” ile başlayan süreç bir oyuna döner. Karanlık bir cephenin, gözü kör savaşçısı olarak oyun devam eder. 

 

2
Share


Hani derler ya: “Kendini bilmek bilgeliğin son noktasıdır.”

Ama belki de biz o noktaya vardığımızda anlarız ki, aslında bu bir son değil, başlangıçtır. Çünkü kendini bilmek, içimizdeki bahçeyi fark etmek gibidir. Tohumların, dikenlerin, solmuş yaprakların ve açmak için sabırla bekleyen çiçeklerin hepsinin bize ait olduğunu idrak etmektir.

Bu bahçeyi yeşertmek için yalnızca bilmek yetmez…




Önce temiz bir niyet gerek, ana kapıdan doğru girmek gerekir. Niyetin yönünde gayret etmelisin ki harekete geçebilesin. Gayret sürdükçe cesaret gelişir ve korkuya rağmen hamle yapabilirsin. Cesaretle hareket ettikçe basiret açılır, olayların özünü görmeye başlarsın. Basiret geliştikçe feraset oluşur ve her şeyi daha geniş bir açıdan kavrayabilirsin. Ferasetle baktıkça gündelik hayatta bile hayret etmeyi öğrenirsin. Hayret ettiklerine gönlünü açtığında hikmet kapısı aralanır. Hikmetle birlikte kalpte merhamet filizlenir.

Fark ettin mi bilmem;

Hepsi “-et” ile biten birer nimet.

Ve bu “et”i murdar etmeye yeter.

Tek bir şikâyet.



Niyet: Toprağa ilk tohumu atmaktır.

Niyet, rüzgârda savrulan bir düşünce değildir; elini toprağa değdirme kararıdır.

Bir şeyin değişmesini istiyorsak, önce elimizi çamura bulamayı göze almalıyız.

Niyet etmek, “yapacağım” demek değil, “başlıyorum” demektir.


Gayret: Güneş doğmasa da sulamaya devam etmektir.

Gayret, sabrın pratik halidir.

Bir kere değil, her gün aynı çabayı göstermek; yorulsan da toprağı sulamaktır.

Çünkü gayret olmadan tohum kurur, hayaller toz olur.


Cesaret: Fırtınaya rağmen bahçede kalabilmektir.

Zamanı geldiğinde yapraklarından vazgeçebilmeyi göze almaktır. 

Cesaret, korkunun yokluğu değil, korkuya rağmen adım atmaktır.

Bir dereyi atlamak gibidir — risk vardır, vardır ama adım atmadan geçemezsin.

Cesaret eden insan bilir: “Bildiğim yerde güvenlik var ama büyü yok.”


Basiret ve Feraset: Aynı bahçeye başka gözlerle bakmaktır.

Görmek için gözlere ihtiyaç duymadan görmektir.

Basiret, daha önce görmediğin çiçeklerin hiç bakmadığın yerde olduğunu; açığa gizlenmiş olduğunu fark etmektir.

Feraset ise, o çiçeklerin köklerinin birbirine nasıl bağlı olduğunu, birbirlerinden haberdar olduklarını anlamaktır.

İnsan, gözle değil gönülle gördüğünde dünyadaki bağlantıların sessiz müziğini duymaya başlar.

 

Hayret: Çiçeğin açtığını, fark etmek, çiçeğin sırrına kavuşmaktır.

Hayret, şaşırmak değildir; yaşamın içindeki uyumu yeniden görmek demektir.

Bir çocuk gibi, “Bunu kim yaptı?” diye sormaktır.

Eğer günün sonunda hiçbir şeye hayret etmediysek, o gün yaşanmış sayılmaz.

Hayret eden insanın kalbi diri kalır — çünkü kalp, hayretle nefes alır.

 

Adalet: Bahçeye denge getirmek neyi ne zaman yapacağını bilmek demektir.

Birine suyu fazla, diğerine az vermek değildir adalet;

Her köke ihtiyacı kadar suyu ulaştırabilmektir merhamet.

Adalet, işte bu merhametin meyvesidir.

  

Şikâyet: Toprağa tuz serpmek gibidir.

Şikâyet ettikçe, toprağımızı zehirleriz.

Her nerede isek niyetimizde en başa döneriz.

Stres kök salar, umut filizlenemez.

Bu yüzden bilge bahçıvan bilir: Sözü az, şükrü çok olacak.

Her eksik gördüğünde yakınmak yerine eline küreği alacak.

Çünkü şikâyet eden el, toprağı değil, umudu kazar.

 

Nefes Varken, Umut da Var.

Kendini bilmek, o bahçede hangi bitkinin biz olduğumuzu fark etmektir.

Kendini bilmek, işte bu döngünün farkına varmaktır.

Niyetin tohum, gayretin su, cesaretin güneş, hikmetin meyve olur.

Ama bütün bu emek, tek bir şikâyetle bir anda heba olur…


O yüzden insan, önce dilini, sonra kalbini temiz tutmalıdır.

Temiz niyetle başla, gayretle devam et, cesaretle kal.

Ki göremediklerini görüp sonunda kalbinde hikmet çiçek açsın.

… bahçeni yeşerten sensin
ve unutma: Tek bir şikâyet, kendi bahçeni kurutmaktır.

3
Share

 

Kim Mutlu?

 

Bir şey dikkatimi çekti.

Yardıma gerçekten muhtaç insanlar, kendilerini ön plana çıkarmıyorlar.

Sanki gizliler.

Onları bulmak zor.

Artık onlardan olmak da zor, bu kadar imkânın içinde.

 

En muhtacın bile o kadar çok şükretmesi gereken varlığı var ki,

İnsan ihtiyacını, toplumdaki en üst imkânlarla kıyaslıyor.

Dolayısıyla hep muhtaç konumunda…

Çünkü RABbinin verdiği onca nimetten bihaber…

 


Peki, insan neye muhtaç?

Son model bir arabaya mı?

Havuzlu bir eve mi?

Ya da bir yurtdışı turuna mı?

 

İhtiyaçlarımızı sıralarken biraz daha aşağı inelim.

Akşam eve gideceği bir eve mi?

Karnını doyuracak bir kâse yemeğe mi?

Geçimini sağlayacak, çocuklarının eksiklerini tamamlayacak bir işe mi?

 

Biraz daha aşağı inelim.

Kafasını sokacak bir çadır?

Gece üstünde yatacak bir yatak?

İçeceği temiz bir su?

 

Ya da,

Bombasız bir gecelik uyku?

Sabaha çıkma umudu?

 

 

İnsan neye muhtaç?

Peki, hangisi mutlu?

En çok imkânı olan insanın, daha fazlasını istemesi mi mutluluk?

Yoksa canından başka hiçbir şeyi kalmamış birisinin, “Biz mutluyuz size üzülüyoruz” demesi mi?

 

O zaman doğru soru şu olmalı:

İnsanı mutlu eden şeyler sahip oldukları mı?

Yoksa her şeye sahip olanı kendine yakın etmesi mi?

 

6
Share

 

Büyük değişimlerin çoğu, küçük bir adımla başlar.

Sabah biraz daha erken uyanmak, bir sayfa kitap okumak, birine “nasılsın?” demek…

Bunlar önemsiz gibi görünür ama zamanla bir alışkanlığa, sonra bir sürekliliğe dönüşür.

 

Küçük adımlar, istikrarla birleştiğinde büyük farklar ortaya çıkarır.

Belki bugün sadece bir adım attın ama yarın o adım seni hiç hayal etmediğin yerlere götürebilir.

Önemli olan koşmak değil, devam edebilmek.

 


Devam etmek, çoğu zaman başlamaktan daha zor olandır.

Çünkü başlangıçta heyecan vardır; ama yol uzadıkça sabır sınanır.

İşte tam da burada küçük adımların önemi artar.

Her gün bir nebze ilerlemek, seni hedefinden uzaklaştırmaz—aksine-, sessizce oraya taşır.

 

Bazen yavaşladığını hissedebilirsin.

Hatta durmak istersin.

Ama unutma; bir gün içinde yalnızca bir adım atsan bile, hâlâ ilerliyorsun.

Büyük başarılar sessiz sabırla büyür.

 

Küçük bir adım, büyük bir fark oluşturur.

Bugün ne kadar az da olsa, bir adım at.

Çünkü yarının gücü, bugünün cesaretinde saklıdır.

 

 

8
Share

 

Ne de güzel demişler; insanı tanımak için ya alış veriş etmeli, ya da yola gitmeli.

Alış verişte menfaatler çatışır. Çoğu insan sadece kendi faydasını düşünür ve karşı tarafınkini görmezden gelir.

İnsan kendi çıkarının olduğu yerde rengini belli eder.  Yolculukta da zorluklarla boğuşur insan. 

O zorluklar da, dayanma gücünü,  marifetini ve sadakatini gösterir. 

 


İnsan hayatta sadece bir nesneyi satın alarak alış veriş yapmaz. Bir tercihte bulunmak, bir karar vermek, bir şeyi kabul veya reddetmek de bir nevi alış veriştir.

Bu şeyin önemi, etkisi, sonucu ne kadar büyükse, insanın o kararı alırken ortaya koyduğu tercih de o kadar önemli ve büyütür. 

O tercih, insanın testidir.   Tüm alışverişlerde insan teste tabi tutulur aslında. Kalitesi, karakteri, kişiliği bu testlerde ortaya çıkar.

Kalite ve dayanıklılığını ortaya çıkarmak veya ispat etmek için bir ürün veya malzemenin test edilmesi gibi. Test sürecinde ürün, zorlu koşullara tabi tutulur. Normal koşullarda olmayacak, ama çok zayıf ihtimal bile olsa gerçekleşecek şeylerle test edilir.

Mesela bir araba güvenlik testi yapılırken en kötü çarpışma, takla atma vb. şekillerde test edilir.

Bu testlere göre arabaya değer verilir. Bu test sonuçlarına göre arabanın problemleri ortaya çıkar.

Ya da bir elektronik cihaz. Standart kullanıcı hatalarının çok daha ötesinde, anormal şartlarda test edilir.

Mesela; kapasitesini zorlayacak kadar elektrik verilir ya da azaltılır. Milyonda bir kullanıcın yapabileceği baskı uygulanır ve cihaz defalarca üst üste açılır, kapatılır, tüm tuşlarına ayın anda basılır.

Tüm bu zorlu testler o ürün veya malzemenin kalitesini ortaya çıkarır. Yani malzemenin kalitesi normal koşullarda verdiği tepki ilde değil, anormal, zor koşullarda verdiği tepki ile belli olur.

İşte insanın kalitesi de, rengi de zor koşullarda, sarp yokuşlarda belli olur.

Şartlar elverişli iken, yollar düz, hava güzelken herkes çok şirin, çok şekerdir.

Normal hayatın akışı devam ederken, kolay kolay rengini belli etmez insan. 

Fakat şartlar ağırlaştığında, çıkarlar çatıştığında, hatlar karıştığında, yollar ayrışmak zorunda kaldığında; insan gerçek tercihlerini yapar ve gerçek kişiliğine göre kararlarını verir.

Adil olduğu iddia edilen birinin;  başkasına ait olan şeyi elinden aldığımız zaman ya hak etmediği ama çok istediğini vermediğimiz zaman belli olur hak anlayışı.

Menfaati söz konusu olduğunda, adaletli olabiliyor mu, oraya bakılır.

Hakkı olmayanı almaya gücü yetiyorken, şatlar uygunken, kimsenin itiraz edecek hali yokken…

Ona sahip olmayı çok da istiyorken el uzatmamak. Nefsi “al al” derken elinin tersiyle itmek, geri çekilmek ve uzaklaşmak… Sakınmak...

Bu koşullarda bu tepkileri verebiliyor mu ona bakılır.

Sabırlı olduğu iddia edilen birinin sabrı, sabır kabı taşmaya zorlandığında belli olur.

Karşı taraf hiç beklenmedik bir anda hiç beklenmedik bir davranışta bulunduğunda, kendini olayın dışına çıkarıp, gerçek bir gözle bakabiliyor mu, ona bakılır. 

Sonuç değil, süreçten razı mı ve sürecin acısı bile sonucun hazzı kadar onu mutlu edebiliyor mu, ona bakılır.

 

Yani koşullar zorlaştığında ve insan bir karar vermek zorunda kaldığında belli eder kendini.

Yoksa hayatın normal akışı içinde “kim kimdir?” tanımak çok kolay değil. 


Tabii bir de; hayat normal koşullarda devam edip giderken,  kendini sarp yokuşlarda test eden insanlar vardır.

Kendi test laboratuvarını kendi oluşturan, kendi kalite standartlarını kendi belirleyen insanlar… İmaj üzerine imaj, kalite üzerine kalite… Ortada dış baskı yokken kendilerine öz baskı vererek çıtayı yükseltmeye çalışanlar. Hava güzelken de, fırtınaya dayanıklılıklarını artıranlar. Onlara hava dışarıda bozsa da, içeride hep güzel, içerisi hep şeker tadında...

6
Share

 

Çalan alarmın sesiyle yatağından zıpladı. Gece heyecandan doğru düzgün uyuyamamıştı.

Geç yatan geç kalkan tiplerdendi Ahmet.

Bugün diğer günlerden farklıydı, çok önemli bir iş görüşmesine gidecekti.

Aylardır evdeydi, annesi ve babası onun gözünün içine bakıyordu.

Her gün güzel bir haber almak için bekliyorlardı.

 


Görüşme saat 10:30 da idi. Evden görüşme yerine gitmek için önce otobüs durağına yürüdü.

Gelen otobüse binerek metronun ilk durağına varmayı planlamıştı.

“Oturarak giderim.” Diye düşünmüştü.

 

Otobüsten inip metroya doğru yöneldi, merdivenlerden aşağıya doğru inerken, kalabalıktan gelen homurtu sesleri dikkatini çekti.

“Arkadaş bir gün de problem olmasın..”

“Yine mi arıza yapmış”

“Nerede bu yetkililer?”

 

Ahmet’in eli ayağına dolaştı.

Geç kalması kaçınılmazdı.

Hemen bir çözüm bulmalıydı. Kankası Suat’ı aradı.

“Merhaba kanka, yetiş çabuk..”

“Ne oldu kardeşim.?

Geç kaldım, bugün iş görüşmesi vardı. Metro arızalıymış. Beni alabilir misin?

 

“Ben sana dün söylemiştim, sen yine geç yattın değil mi? Sabahta haliyle son alarmla ancak kalkabildin…”

Ahmet bir an donakaldı.

Neden böyleydi? Zaman konusunda hep sıkıntı yaşıyordu.

Bir türlü kendini ayarlayamıyordu.

Erken vardığı son iş görüşmesinde binaya girmeden önce gördüğü giyim mağazasına girmişti. Hem biraz vakit geçirir hem de kendime kışlık bir şeyler bakarım demişti. Sonra her zamanki gibi saatin nasıl geçtiğini anlamadan bir koşturmacayla çıkmıştı oradan…

 

Böylece ne kadar daldığının, düşüncelerde gezdiğinin farkında değildi. Suat’ın arabanın korna sesiyle irkildi.

Koşa koşa arabaya bindi.

İlk defa bir görüşmeye zamanında yetişmek üzereydi.

Kapıda onun gibi bekleyen adayları görünce gecikmediğini anlayarak rahatladı, ancak yüzü düştü, bu kadar çok aday varsa şansım düşüktür, diye geçirdi içinden.

Kimi insanlar için bir toplantıya geç kalmak tarifsiz bir acı verir. Onlar bu acıyı yaşamamak için saatler öncesinden hazırlık yaparlar. Haliyle gittikleri yerde aynı beklentiyle karşılanmak isterler. Görüşecekleri kişi geciktiğinde onlar gerilirler.

Bizler birbirimizden farklı özelliklere sahibiz. Kimimiz zamanını iyi yönetirken, kimimiz bu konuda sıkıntılı. Öte yandan Ahmet gibi zaman konusunda hep sıkıntı yaşayanlar da çok hızlı doğaçlama çözüm becerisi geliştirirler.

Her an aksiyonla geçen hayatta problem çok olur, haliyle.

 

Bizim bu huylarımız bazen avantaj bazen de dezavantaj getirir.

Ahmet birçok kez bu sıkıntıyı yaşamasına rağmen hiç ders çıkarmamıştı.

Hâlbuki yaşadıklarımız bizim için en güzel deneyim kaynağı…

Tekrarla aynı hataları yapmanın bize maliyetleri bazen çok can yakıcı olabilir.

İnsan ancak öğrenerek, hatalarından ders alarak hayat kalitesini artırabilir.

 

 

6
Share

 

Psikiyatrist Dr. Alper, yeni hastasının dosyasını eline aldı. Notlara kısaca göz gezdirdi.

Bugün Elif’le ilk görüşmesini yapacaktı.

Elif, intihar düşünceleri nedeniyle kliniğe yatırılmış genç bir kadındı.

Dr. Alper, sessizce onu süzdü, ardından yumuşak bir ses tonuyla sordu:

“Seni bu düşüncelere iten en önemli sebep nedir?”

Elif’in gözleri donuk, sesi kısık ama kararlıydı:

“Kocam… Tabii ki kocam,” dedi ve derin bir nefes alarak anlatmaya başladı.

 


Elif, Murat’la tanıştığında daha yirmili yaşlarının başındaydı.

Onu ilk gördüğü anda kalbine dokunan bir sıcaklık hissetmişti. O güven, o huzur duygusu…

Yıllar geçtikçe bu his kök saldı, dallanıp budaklandı. Murat, onun için sadece bir sevgili değildi. Bundan daha ileriydi. Hayat yolculuğunda elini bırakmayacağı yol arkadaşıydı.

 

Elif, kalbini, zamanını, hayallerini bu ilişkiye adadı. Üniversite yıllarında harçlıklarından arttırıp ona küçük sürprizler hazırladı.

İş hayatına atıldığında ilk maaşıyla geleceğe dair hayaller kurdu. Sonunda evlendiler.

Elif’in işi ve maaşı iyiydi. Düğün, ev ve tüm masrafları kendi başına halletmişti. Eşinden tek bir şey istememişti.

Evliliklerinin ilk zamanlarında ufak tefek tartışmalar oluyordu. Her seferinde “önemli olan sevgimiz” diyerek affetti. Her hayal kırıklığını “belki değişir” diyerek susturdu.

Yıllar geçtikçe Murat’ın ilgisi azaldı. Sözleri daha sert, sessizlikleri daha ağır oldu.

Elif, çoğu gece ağlarken uykuya dalıyordu. Sabahları ise gözaltındaki morluklarını kapatmaya çalışıyordu.

 Yine de inanıyordu. “Eğer Murat’ı daha çok mutlu edersem, her şey düzelecek.”

 

Bir gün Murat işten ayrıldı. Elif, hiç tereddüt etmeden yüklü bir kredi çekti. Tek isteği eşinin yeniden mutlu olması, eskisi gibi ona bakmasıydı.

Murat yeni bir iş kurdu. Artık daha sık geç gelmeye, bazen sarhoş dönmeye başlamıştı. “Müşterileri eğlendirmek zorundayım. Bunları isteyerek yapmıyorum,” diyordu.

Elif ise her seferinde inanmayı seçti.

Oysa iki yıl önce bir arkadaşı, Murat’ı başka bir kadınla gördüğünü söylemişti. Elif buna asla inanmadı.

 “Zaten kıskanç biriydi, hep aramızı bozmak istemişti.” diye düşündü. “Murat asla bana ihanet etmezdi.”

Dr. Alper, Elif’i dinlerken içinden geçirdi: “Her şey gözünün önündeyken nasıl görmezden gelmiş?”

 

En sonunda gerçek, bütün ağırlığıyla ortaya çıkmıştı. Şiddetli bir kavga sırasında Murat, başka bir kadını sevdiğini söyledi. Onunla yeni bir ev kurduğunu, hatta bir çocukları olduğunu itiraf etmişti.

Bu itiraf Elif’in dünyasını yıkmış, ardından intihara sürüklemişti.

Dr. Alper, merakla sordu:

“Neden eşinizden ayrılmak yerine intiharı düşündünüz?”

Elif’in gözleri doldu, sesi titredi:

“Onca yılımı verdim… Onca emek, fedakârlık… Bu kadar yatırım yaptıktan sonra nasıl bırakırım? 

Eğer gidersem, bütün çabam boşa gitmez mi?”

Bu düşünce, boynuna geçirilmiş ağır bir zincir gibiydi. Ayrılmak yerine ölmek, ona daha kolay gelmişti.

Şimdi fark ediyordu. Ölüm de her şeyi boşa çıkaracaktı. Ne yaşadığı yıllar, ne verdiği emek kalacaktı geriye.

Artık ölmek istemiyordu, ama ne yapacağını da bilmiyordu.

Dr. Alper, onunla göz göze geldi. Elif’in kurtuluşu, eşinden ayrılıp kendi hayatını yeniden inşa etmesindeydi.

Elif maalesef gerçeğe o kadar uzaktı ki. Ayrılmak yerine ölümü seçebilecek bir noktaya gelmişti.

“Batık maliyet yanılgısı,” diye düşündü doktor.

İnsan bazen bir şeye çok fazla zaman, emek, para ya da duygu yatırımı yapar. Mantıklı olmadığı hâlde bu durumu sürdürmeye devam eder. 

Çünkü hep şu düşünce ağır basar:

“Bu kadar yatırım yaptım, bırakamam.”

Elif’in zincirlerini kırması kolay olmayacaktı. Yılların yükünü bir anda bırakmak imkânsızdı. 

Dr. Alper biliyordu; her yolculuk ilk adımla başlar…

6
Share

 

Anı yaşama stratejisinin alternatifi nedir?

İnsan dünyaya gelir ve anı yaşamaya başlar…

Bebek acıkır ve hemen doymak ister…

Karnı doyasıya kadar keyifsizdir, başlar ağlamaya...

Ta ki o anlık isteği yerine getirilene kadar…

Gazı olur, hemen başlar ağlamaya…

Uykusu gelir, uyuyasıya kadar ağlar...




Hep ana konsantre olmak durumundadır...

İnsanın ana konsantre olması bebekliğinden başlar…

Tepkiselliği en yüksek boyutta olur ve mizacı da budur…

Çok çabuk ağlar ve çok da çabuk güler…

Ama zaman geçtikçe tepkiselliğini kontrol etmeyi öğrenir.

Açlığını kontrol etmeye başlar, duygularını kontrol etmeye başlar.

Büyüdükçe beklenen de budur, olgunlaşma olmalıdır…

Tepkilerini, isteklerini, duygularını, açlıklarını kontrol etmeye başlamalıdır…

 

Artık kendine bir yazılım daha eklemesi gerekir…

 

Ve bu yazılım öyle bir karakterdir ki, insanın kalite çıtasını çok yukarılara taşır.

 

Tepkiselliği azalır, seçim kalitesi artar…

 

Bu yazılım, insanın sadece anı değil sonrasını da düşünebilmesidir…

 

Sonrasını düşünerek hareket edebilmek insanı derinleştirir…

 

Anlık zararı göze almadan yüksek faydalara ulaşılamıyor…

 

Anlık faydalara aldanmadan da yüksek zarar süreçlerine gidilmiyor.

 

Ticarete başlarken, anlık zarar süreçleri hemen ortaya çıkıyor...

Kira, personel maliyeti, araç yatırımı, sistem yatırımı ve daha birçok kalem...

Ama bu anlık zararlara razı olmadan daha yüksek kazançlara ulaşılmıyor…

Ve toplamda oluşan zarardan daha yüksek kazanç oluşuyorsa işyeri varlığını sürdürebiliyor...

 

İşte, insanoğlunun da dününe göre iyi olmasının sırrı burada…

 

Sadece ana değil, sonrasına da konsantre olabilmek…

 

Tüketim yaparken sadece anı değil sonrasını da düşünebilmelidir o yüzden…

 

Çocuk yetiştirirken, evet ve hayırlarını sonrasını düşünerek kullanabilmelidir...

 

Seçim yaparken o anı değil sonrasını da düşünebilmelidir…

 

Sesini yükseltirken veya sessiz kalırken, o sürecin sonrasını da idrak etmeye çalışmalıdır.

 

Bu hayat, insanın ana konsantre olabileceği bir sahne değildir...

Hep toplama konsantre olunması gereken bir sahnedir...

Evet, anı yaşamak zorunda insan…

Ama sadece anı değil sonrasını da yine aynı insan yaşayacak...

O zaman ne yazık, anda kazanıp toplamda kaybedenlere…

Ve ne mutlu anda kaybedip toplamda faydaya ulaşanlara…

6
Share

 

Bir fidenin toprakla buluşup büyüyüp serpilip ağaç olması…

Ya da bir ağacın çiçek açması…

Ya da bir çiçekten meyve olması…

Veya bir meyvenin de olgunlaşması…

 




Esasında birbirinden farklı organizasyonlar gibi dursa da hepsinin ortak bir noktası var ki

Onun adı sabır.

Bütün dönüşümlerin temelinde yatan şeyin adı sabır.

Sebepleri oluşturduktan sonra sonucu beklerken ihtiyacın olan en önemli şey sabır.

Tabii ki sadece bir ağaçta değil bir ilişkide de ya da bir ticarette de…

 

Zamana karşı çok dayanıksız olan ve pek aceleci olan insanın şifası,

Bir an önce sonuca ulaşmak isteyen her egonun ihtiyacı sabır

İnsan sonuca ulaşmada pek acelecidir hemen ulaşmak ve o sonucu tüketmek ister,

Fakat her iyi sonuç zaman ister,

Sadece çalışmak değil, sonucu bekleyebilmek gerekir,

Ve geçen her bir zamana karşı dayanıklı olmak ister.

Yani her dönüşüm sabır ister.

 

Bir ağaçta meyve almak için bile karşılığını hemen almadığı halde çalışan ve bekleyen insan,

Neden bir ilişkide ya da bir çocuk yetiştirirken ya da bir ticarette o kadar bekleyemiyor…

Bir an önce o çocuk yetişmiş olsun ya da bir an önce o ticarette para kazanılsın istiyor…

Oysa biraz önce ağaç yetiştirirken çok sabırlıydı, hiç acelesi yoktu.

 

Bazı yerlerde sabırlı olup bazı yerlerde neden sabırsız davranıyor.

 

Peki, o zaman sabır neyle ilişkili?

İnsanın sabır sistemi nasıl gelişir?

6
Share

 

“Canım çok sıkılıyor anne!” diye bağırdı Aslı, kanepeye yayılmış, telefonuna boş boş bakarken.
“Biraz canın sıkılsın yavrum, fena mı olur?” dedi annesi Elif Hanım, mutfaktan gülümseyerek.
“Senin için kolay tabii. Benim sıkılmam dayanılmaz bir şey.”
“Dayanılmaz değil, alışmadığın bir şey sadece.”




Elif Hanım’ın içi burkuldu. Kızına acımıyor değildi ama bir şeylerin yanlış gittiğini artık anlamıştı. Aslı on üç yaşına gelmişti, ama hâlâ her anının planlanmasını bekliyordu. Elif Hanım yıllarca kızına “hiçbir eksiklik yaşatmamak” için çırpınmıştı. Kızının gözyaşlarını görmek onun için en büyük yenilgiydi. O yüzden küçük yaşlardan beri her sıkıntısını çözmüş, her boşluğunu doldurmuştu.

Aslı anaokulundayken bile evde tek başına vakit geçirmesin diye her günü farklı etkinliklerle doldururdu Elif Hanım: drama, yüzme, piyano, İngilizce...
Aslı’nın canı bir gün bile sıkılmasın diye program üzerine program yapmıştı. “Mutlu bir çocuk yetiştiriyorum,” diyordu kendine. “Canı sıkılan çocuk mutsuz olur.”

Ama şimdi, on üç yaşındaki Aslı, boş kaldığı anda ne yapacağını bilmeyen, sıkıldığında öfkeyle patlayan bir genç olmuştu.

Bir gün Elif Hanım kararını verdi.
Telefonu, tableti ve bilgisayarı kaldırdı.
“Aslı, bir hafta boyunca hiçbir ekran yok.”

“Anne! Bu işkence resmen! Ne yapacağım ben?!”

“Bulursun bir şey. Kitap var, boya kalemlerin var, kütüphanede dergiler var. Belki sıkılırsın… belki de bir şey üretirsin.”

Aslı sinirlendi, surat astı, kapıyı çarptı. Gün boyu odasında dolandı durdu.
Ama ikinci gün öğleden sonra sessizlikten bunalmış bir şekilde defterine karalamalar yapmaya başladı. Çizdi, sildi, tekrar çizdi.

Evde dolaştı, sıkıntıdan neredeyse duvarla konuşacaktı.

Üçüncü gün o karalamalar bir hikâyeye dönüştü.

Küçük bir kızın kendi sıkıntısından kaçarken kendini bulduğu bir hikâye…
Bir hafta sonunda annesine gösterdiği sayfada bir hikâye vardı. Küçük bir kızın, “can sıkıntısından kaçarken kendini bulan” hikâyesi.

Elif Hanım’ın gözleri doldu.
“Demek ki canın sıkılınca içindeki sesi duymaya başlamışsın,” dedi.

Aslı o akşam düşündü:

“Belki de sıkılmak o kadar kötü bir şey değildir.”

 İnsan bazen sıkılınca düşünmeye başlıyor.

Düşününce de kendiyle kalıyor.

Kendiyle kalınca da neler yapabileceğini fark ediyor.

İnsan canı sıkılınca, zihin kendiyle baş başa kalır.
Sessizlikte üretim filizlenir.
Her boşluğu bir şeylerle doldurursak, içimizdeki üretme isteğini de boğarız.

Deneyim, sadece yapılan şeylerden değil, yapılmayan anların getirdiği farkındalıktan da doğar.

O yüzden…
“Biraz canın sıkılsın, Aslı.”
Çünkü bazen sıkıntı, insanın kendi iç yolculuğunun başlangıcıdır.

 

12
Share

 

Burak üniversiteyi bitirmişti.

Zorluklar yaşasa da, keyifli anları çok daha fazlaydı…

Arkadaşları ile bolca vakit geçirebiliyordu…

Ailesinin desteği ve aldığı burslarla pek maddi sıkıntı da yaşamadı…

Peki, üniversiteden sonra neler olacaktı?



Çok daha fazla sorumluluk almak zorundaydı…

Kendi parasını kazanmalıydı artık, ama nasıl olacaktı?

Kendi ailesini kurmak, bir yuva sahibi olmak istiyordu…

Peki nasıl?

Düşünceler arttıkça omuzlarındaki yükler de artıyordu sanki…

Nereden başlamalı, kendini nasıl geliştirmeliydi?

Hayatında birçok seçim yapması gerekecekti…

Peki, seçimleri hangi kriterlere göre yapacaktı?

İşte bu, her insanın kendine sorması gereken bir soru…

Seçim kriterleri ne olmalı insanın?

 


Kiminle ticaret yapmalı, kiminle arkadaşlık yapmalı…

Her insan iyi seçimler yapmak ister… 

Ama nasıl ayrıştıracak iyi ile kötüyü?

İyi ile daha iyiyi…

Kötü ile daha kötüyü…

İşte bunları ayrıştırmak için vardır baskı…

Oysa insan hep baskıdan kaçmaya meyillidir...

Baskıya dayanıklılık insan için en gerekli özelliklerdendir.

O yüzden insan kendini yetiştirmek için baskıya dayanıklılığını artırmak durumundadır…

Başka tüm yollar çıkmaz sokak olacaktır…

Ve kader öyküsündeki insanların da baskıda verdiği tepkilere göre yola çıkmaya karar vermelidir…





6
Share

 

İnsan iletişim kurar.

İnsanlarla,

Hayvanlarla,

Bazen de bitkilerle…

 

Ama karşısında bir varlık yokken,

İletişim kurmak zordur.

Her şeyini insana anlatamaz.

 

Fakat anlatacak o kadar çok şey varken,

Kendisini anlayacak,

İçini rahatlatacak,

Bir aktarım gerek.

İçindekileri kâğıda dökmek kalıyor geriye.

 

O kâğıdı okuyan kimse yok belki.

Fakat O kâğıdın arkasında kendisi var aslında.

Arkasında bir şahit bırakıyor insan,

Bir delil,

İçindekilerin şahidi,

Yaptıklarının, gördüklerinin, hissettiklerinin yansıması var o kâğıtta.

 

Kendisini kendisine şahit bırakarak,

Kelimelerle kendini anlatmaya çalışarak,

İçini döker insan.

Belki sadece kendisi değildir şahit olan.


 

Bir de onu her zaman izleyen, işiten, bilen bir YARADAN var.

Kendisine, kendisinden daha yakın bir RAB.

Her anına,

Her hissine şahit bir RABbi var insanın.

 

O kâğıt belki de kendisine bile itiraf edemediklerini,

RABbine sunmaya çalışan bir insanın çabasını da gören bir RAB.

 

Zaten aslında asıl içimizi bilene,

İçimizdekileri anlatmak değil miydi mesele…

 

Ama insan hep gördüğünü seçti anlatmak için.

Hâlbuki en son gitmesi gerekendi gördüğü.

Asıl derdinin devası görünmeyende gizliydi.

Evet, görünmeyen gizliydi.

Fakat hep en ortada,

En burnumuzun dibinde,

En yakınımızda olandı en gizli olan.

 

Marifet ise görünmeyeni görebilmekteydi.

 Görünmeyene kendisini anlatabilmekteydi.

Kendisini en iyi bilene kendini itiraf edebilmekteydi.

Kendisini bilenlere

Kendisini bileni bilenlere

Selam olsun…

7
Share

 

Yıllar geçmişti köyden ayrılalı,

Lise, üniversite bitmiş hayata atılmış ve yeni başladığı işte tutunmaya çalışıyordu,

Aynı şirkette işini severek yapanları bir türlü anlayamıyordu,

İş ortamında nasıl bu kadar mutlu olabiliyorlardı.

Kendisi için bir işte çalışmak katlanması gereken bir şeydi.

Sadece iş ortamı da değil,

Aslında bütün bir hayata katlanıyordu Faruk.

Özellikle de son 2 yıldır neredeyse her gün anlamsız geçiyordu.

O bunun faturasını hep insanlara kesiyordu.

Hayatındaki seçimleri, vermiş olduğu tepkiler tam da olması gerektiği gibiydi oysa buna rağmen bütün olumsuzluklar yine de kendisini buluyordu.

 Bir gün iş çıkışında evinin yakınında bulunan yetişkin ağaçların boy gösterdiği parktaki her zaman oturduğu bankta buldu kendini.

Hiç fark etmeden, saatler geçmişti…

 Bu sefer hayatına biraz daha dışarıdan bakmaya çalışıyordu.

Çocukluğundan itibaren bugüne kadar geçen yaşantısında yanlış giden bir şeyler arıyordu,

Kendi hayatında, kendi seçimlerinde…

Uzun zamandan beri ilk defa hayatına da bu gözle bakıyordu.

 Çocukken çobanlık yaptığı, koyunları meralara otlatmaya götürdüğü günler aklına geldi.

Ne güzel günlerdi.

Ve ne tatlıydı o kuzular, hepsi birbirinden güzeldi.

Farklı farklı isimlerde verirdi her doğan kuzuya.

Birlikte meraya çıktıklarında yanlarında onlara güven veren köpekleri de olurdu.

Çünkü etrafta her an saldırabilecek kurtlar olurdu.

O dönemde öğrenmişti.



Hiçbir zaman kuzu kurda emanet edilmezdi.

Çocukken çok sevdiği kuzularla şimdi kendi hayatının ne kadar benzediğini fark etti,

Son zamanlarda yakın çevresinde olanlara ne kadar güvendiğini düşünmeye başladı,

Sanki etrafı kurtlarla sarılmış çaresiz bir kuzu gibi hissediyordu kendini.

 

Sırf daha keyifli diye kendi hayatını bir ortama feda mı ediyordu?

İyi olduğunu zannettiği ortamlarda gerçekten ne kadar mutluydu?

Kendisine zarar verecek insanlarla bu kadar yakın olmak, onlara kendi hayatını emanet etmek ne kadar doğruydu?

Sanki kurdun yanındaki kuzu bile kendisinden daha güvendeydi…

Sorular, sorular…

Belki de uzun zamandır ilk defa doğru soru sormaya başlamıştı Faruk.

Cevabı da kendinde olan soruları…

Çok geçmeden ufak ufak cevaplara da ulaşmaya başladı

Sorun hayatta değil kendi tepkilerindeydi.

Sürekli tüketimin olduğu bir ortamda bulunmak başta çok keyifli olsa da kurda emanet edilmiş bir kuzudan farksızdı.

Bir insan kendisini değiştirmeden ortamını değiştiremez, ortamı değişmeden de hayatı değişmezdi…

Saatler hızla geçmiş, akşamın serinliğini yüzünde hissetmeye başlamıştı.

Zihni biraz olsun rahatlamıştı.

Artık işe nereden başlayacağını biliyordu…


9
Share
Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa

Bu Blogda Ara

Popular Posts

  • HASET
    Güncel tıp ilimleri daha ziyade somut hastalıklar üzerine yoğunlaşmış durumdadır...   Elbette soyut hastalıklarda güncel tıp biliminin d...
  • İLGİNÇ
      Aslında insanın az bilmesinde eleştirilecek bir şey yoktur... Her az bilen öğrenmeye yönelik gayreti ile ilmini arttırabilir...   Ki...
  • DENGE TAŞI
      Herkes... Neredeyse istisnasız herkes... Sevilmek... Sayılmak... Önemsenmek... İlgilenilmek... Aranılan... Özlenilen... Va...

Blog Arşivi

  • Aralık 2025 (1)
  • Kasım 2025 (6)
  • Ekim 2025 (15)
  • Temmuz 2025 (5)
  • Haziran 2025 (4)
  • Mayıs 2025 (4)
  • Nisan 2025 (4)
  • Mart 2025 (4)
  • Şubat 2025 (4)
  • Ocak 2025 (5)
  • Aralık 2024 (4)
  • Kasım 2024 (4)
  • Ekim 2024 (5)
  • Eylül 2024 (4)
  • Ağustos 2024 (3)
  • Temmuz 2024 (4)
  • Haziran 2024 (9)
  • Mayıs 2024 (9)
  • Nisan 2024 (8)
  • Mart 2024 (9)
  • Şubat 2024 (6)
  • Eylül 2022 (1)

Categories

Adalet Ailede Huzur Başarı psikolojisi Deneyimsel Tasarım Öğretisi Dtö Kim Kimdir fayda huy İlişkilerde Ustalık

SOSYAL SORUMLULUK PROJELERİMİZ

  • Üniversite Zirveleri

Popular Posts

  • HASET
    Güncel tıp ilimleri daha ziyade somut hastalıklar üzerine yoğunlaşmış durumdadır...   Elbette soyut hastalıklarda güncel tıp biliminin d...
  • İLGİNÇ
      Aslında insanın az bilmesinde eleştirilecek bir şey yoktur... Her az bilen öğrenmeye yönelik gayreti ile ilmini arttırabilir...   Ki...
  • DENGE TAŞI
      Herkes... Neredeyse istisnasız herkes... Sevilmek... Sayılmak... Önemsenmek... İlgilenilmek... Aranılan... Özlenilen... Va...
  • DAĞLAR GİBİ...
      Bazı sorular vardır hayatta... Herkesin cevap aradığı... Ama cevabı her merak edene verilmeyen...   Herkesin iştahını kabartan... ...
  • SANMA
      Her öveni dostun... Her had bildireni düşmanın... Her seveni aynı sanma...   Kimisi münafıklığından över... Kimisi dostluğundan terbiye ed...
  • FESAT
     Kendi yanlışları ve kendi çirkinlikleri sebebiyle... Köşeye sıkışmış kötülerin ana silahıdır fesat... Tıpkı bir akrebin kaçacak yeri ka...
  • AKORT
    Kim demiş ? Kim demiş eğlenmek veya dinlenmek haramdır diye...   Her üreten bunalır... Her bunalan eğlenmelidir...   Her hareket eden yorulu...
  • GİBİ
    Kül müsün ? Ay mı ? Yoksa güneş mi ? İnsanlar üçe ayrılır... Küller... Aylar... Güneşler...   Emici tüketiciler... Tıpkı...
  • NEDEN?
     İlginç bir yazı olacak bu... Vaktin varsa git bir çay koy kendine... Ya da belki bir kahve... Sen nasıl istersen... Hele birde deni...
  • ANATO-PSİKO RESET - IV
      Bölüm IV   Oooohhhhhhh... Sonunda ulaştın , zirveye vardın...   Elbisesinin uçlarından duvağına baktığın o heybetli gelinin... Ş...
Copyright © 2015 Deneyimsel Tasarım Öğretisi İLİM

Created By ThemeXpose